Birkaç yıl önce sabah türkülerini severdim.
Şu aralar çok farklı yerdeyim…
Geceleri klasik müzikle avunuyorum. İyi de geliyor.
Çünkü müzikle birlikte dalıyorum. Nağmeler alıp götürüyor beni kendi hikayelerime..
Mesela Beethoven.
Özellikle de Ay Işığı Sonatı…
Duygulu ve hafif başlayan birinci bölümde çarşaf gibi bir deniz.
Ve denizin üzerinde, sonsuzdan bana doğru yanıp sönerek akan ay ışığı…
Hüzünlüyüm…
Hüzünlüyüm…
Sonra ikinci bölüm…
Hafif bir rüzgarla birlikte denizde çırpıntılar başlıyor.
Gecenin karanlığında simsiyah görünen ummanı köpüklerle ikiye bölerek aşmaya çalışan gemilerde hüzün, özlem duygusu ile iç içe geçmiştir…
Üçüncü bölümde, rüzgar iyice artmış fırtınaya dönüşmüştür...
Ay ışığı, dev dalgaların üzerinde sörf yaparken geminin çıkardığı gümüş rengi köpükler arasında yok olup gidiyor...
Tüm duygular gümbür gümbür yaşanmaktadır artık…
Coşkunun, heyecanın, hüznün, özlemin doruk noktasına ulaşılmıştır…
Coşkunun, heyecanın, hüznün, özlemin doruk noktasına ulaşılmıştır…
Sonra final ve kaçılamaz son…
Oktay Rıfat ne güzel söylemiş…
“Sayısız gitmiştiniz ne yazık,
Evvel zaman içinde gibiydiniz.
Uzandım yerden usulca aldım gökyüzünü
Siz atmıştınız”
Yaşamın derinliğinde olup bitenleri düşünüyorum.
70’li yıllara gidiyorum.
Türk bayraklı kosterlerinin adeta Akdeniz’i istila ettiği döneme…
***
İstanbul’dan İtalya’ya gitmek üzere çıkış yapan bir koster Akdeniz’de Mataban’ı geçiyordu.
Mevsim kış olmasına rağmen hava çok güzel, görüş harikaydı.
Gece olmuş, gökyüzündeki tüm yıldızlar pırıl pırıl parlıyordu.
Gece 12 - 04 vardiyası…
Yer köprüsü…
Pratikten yetişmiş Üçüncü Kaptan her zamanki gibi saat başı alışılmış işlerini yapıyordu.
Mevki koydu, radara şöyle bir göz attı, barometreyi hafif tıklayarak okudu…
Değerleri jurnale kaydetti.
Kırlangıça çıkıp geminin baş ve kıç tarafı ile denize göz gezdirip;
“Hava çok güzel, etrafta gemi de yok, deniz de iyi. Eh keyifli bir vardiya”, diye düşündü…
Dışarıda işi kalmadığından köprüstünün kapılarını sıkı sıkıya kapatıp kaptan koltuğuna oturarak, gözcülük yapan gemiciye çay koymasını söyledi.
Gemici, Efendi Kaptan’ın talimatı üzerine, ağzına kadar su doldurduğu çaydanlığı köprü üstündeki elektrik ocağının üstüne koyarak kaynamaya bıraktı.
Demliğin içine çay döküp yıkadıktan sonra, çaydanlığın üstüne koydu.
Bardaklara baktı. Geçen vardiyadan yıkanmadan bırakıldıklarını gördü.
Biraz homurdanarak bardakları yıkadı, kuruladı…
İşini bitirmişti.
Vardiya zabitinin yanına geldi.
Maksadı biraz laflamak hatta içini dökmekti.
Başladılar sohbete…
Gemici dertlendi.
Kızı kocaya kaçmış da, yaşı küçükmüş de, kaçıran oğlanın işi yokmuş da, ne yapacağını bilemiyormuş da, falan da filan…
Anlattıkça dertlendi, dertlendikçe heyecanlandı, astı, kesti…
Bilmiş Efendi Kaptan’da ona akıl vermeye başladı.
Yumuşak davranmaması gerektiğini, yoksa bir kuruş bile başlık parası alamayacağını, mümkün olduğu kadar işi yokuşa sürmesi gerektiğini uzun uzun örnekler vererek anlattı.
Sohbet uzadıkça uzadı…
Çaydanlıktaki su kendi halinde fokur fokur kaynıyordu…
Bir aralık gemici kafasını kaldırıp köprüstündeki lumbozdan dışarı baktı.
O da ne?
“Efendi kaptan” dedi “dışarı bakın!”.
Üçüncü Kaptan dışarı baktı ve gözleri fal taşı gibi açıldı.
Telaş içinde radara koşarken,
”Sis bastı ! Göz gözü görmüyor, çabuk Süvari Bey’i kaldır” . diye bağırdı.
Gemici koşup Kaptan’ı uyandırarak durumu telaş içinde anlattı.
Yeni uykuya dalmış olan Kaptan pijamalarıyla köprü üstüne koştu.
Dışarı baktı, gerçekten dışarısı hiç görünmüyordu.
“ Allah, Allah”, diye söylendi.
“Biraz önce bir şey yoktu. Hava açıktı!”
“Efendi Kaptan radarda gemi görünüyor mu?” diye soran Kaptan göğüsteki lumboza yaklaştı, dikkatlice baktı ve elinin tersi ile camı sildi.
Süvarinin elinin bıraktığı izden, gökyüzü ve yıldızlar pırıl pırıl görünüyordu.
“Tüm camları buğu kaplamış” diyebildi Kaptan, ağır ağır tekrar kamarasına inerken.
Kapıları sıkı sıkıya kapalı köprüstünde çaydanlık, fokur, fokur kaynamaya devam ediyordu elektrik ocağının üzerinde…
***
Ne hoştur gün doğarken vardiya tutmak, denizle gökyüzünün birleştiği çizgideki tozpembesi bulutları izlemek.
Ufkun ötesinde bekleyenleri hayal etmek ne hoştur…
Ne hoştur, fırtınanın uğultusuna karışan makinenin gürültüsünde, köprüstüne ya da makine dairesine yetişebilmek için soyunmadan hatta ayakkabı ile uyumak.
Sağ salim tamamlanan manevradan sonra yağmurla ıslanan işbaşını değiştirmenin keyfini yaşamak…
Ne hoştur kırlangıçtan geminin baş tarafına doğru bakarken, tuzlu suyun içine işlediği havanın yüzüne çarpmasını hissetmek.
Demir taradığında ya da makine çöktüğünde çekilen mide kramplarından sonra arıza giderildiğinde duyulan haz ne hoştur…
Ne hoştur, seyirde özlemle karışık hüzünlü bir sevinçle kutlanan evlilik yıldönümleri, doğum günleri, bayramlar, yılbaşılar.
Evet, ne hoştur, sefer sonundaki kavuşma coşkusu…
***
Havada iyot kokusu var…
O koku, bir çiçeğin açışını görmeden, fırtınanın göbeğinde sakin denizleri beklerken, yıldızlarla sabaha dek konuşmadan geçmiş bir ömür içinde, çok güzel, bir o kadar da özlem dolu günlerden küçücük bir “an” taşıyor.
Bunca yıldan sonra anladım ki, denizciler herkesle aynı zamanı yaşamıyor.
Bunca yıldan sonra anladım ki, denizciler herkesle aynı zamanı yaşamıyor.
Karada büyük bir hovardalıkla harcanan zaman, denizde geçmiyor.
Yavaşlıyor…
Bir vardiya yalnızlığı içindeki yüreği ile özlemlerin derinliğinde, uçsuz bucaksız ummanın ortasında şafağın sökmesini beklerken zaman duruyor sanki…
Hey Denizci…
İşte bu yüzden sana filozof derler, sen kimseye benzemezsin…
Bir takım kimliklerle bir yerlere yapışmış, insani değerleri unutmuş vicdansızlar sürüsü ortalıkta dolaşırken…
Yaşama dair, aşka, sevgiye, kardeşliğe dair her şey vardır senin o özlem dolu kocaman yüreğinde...