1949’dan 2009’a son 60 yılda GEMİ SANAYİMİZ: “Nereden Nereye?”
1948 yılından beri, tersanelerin içindeyim. O tarihlerde, Karadeniz ve Ege sahil şeritlerindeki ahşap balıkçı teknelerinin inşa edildiği çekek yerleri hariç, Türkiye’nin hemen hemen bütün gemi sanayi Haliç’in içindeydi. Evim de Eyüp’te olduğu için, 60 yıl öncesinin tersanelerini gözlerimle görme imkânım oldu.
Bugünlerde, gemi sanayimizde çalışan genç kardeşlerimize hem o günlerde gördüklerimi anlatmak, hem de son 60 yılda gemi sanayimizin geldiği çarpıcı gelişmeyi daha iyi değerlendirmelerini sağlamak için bu yazıyı kaleme aldım.
Nasıl tersaneci oldum ?
1948 Haziran sonu, Eyüp 37. İlkokulu’ndan yeni mezun olmuşuz. Diğer sınıf arkadaşlarım gibi artık, Eyüp’teki ortaokula başlayacak olmanın sevinci ve heyecanı içindeyim. Eyüp’ün Defterdar semtinde, deniz kenarında şimdi hepsi yıkılmış olan ahşap evlerin birinde kiracı olarak oturuyoruz. Babam Haliç Tersanesi’nde işçi olarak çalışıyor. Ben, Eyüp Ortaokulu’na kaydolmak için hazırlık yaparken, rahmetli babam tersaneden eve geldiği bir akşam “Ali, oğlum, gel yanıma, seninle biraz konuşmak istiyorum” deyip beni çağırdı. Ne söyleyeceğini merak edip yanına oturduğumda; “Bak Ali, ilkokulu bitirdin, iyi okuyan, beni üzmeyen bir çocuksun. Seni çok iyi mekteplerde okutup büyük bir adam olmanı çok isterim ama benim yaşım altmışa dayandı. Tersaneden aldığım para ile geçinemiyoruz. Çatalca’daki tarlaları satıp takviye yapıyorduk ama artık elimizde tarla da kalmadı. İleride ne olur bilemiyorum. Bu yüzden, sana bir teklifim olacak. Bizim Haliç Tersanesi’nde bir ortaokul var, hem okuyorsun hem de meslek öğreniyorsun. Bitirince tersanede işin de hazır.“ deyince birden büyük bir şok yaşadığımı hatırlıyorum. Yüzümü kaplayan üzüntüyü fark eden babam, yumuşak bir sesle, “Ali oğlum, ama sen iyi okuyan bir çocuksun, o okulu birincilikle bitirirsen tersane seni okutur. İleride tersaneye mühendis bile olabilirsin” diye devam etti.
Babamın son sözlerini, daldığım hayal kırıklığı yüzünden pek duyamamıştım. Ama “belki tersaneye mühendis olabilirsin” deyişi ile uyandım. “Mühendis” lafı çok hoşuma gitmiş; çocuk aklım beni yeni bir hayal dünyasına sürüklemişti. “Tersanede mühendis olmak…”
İçimde, geleceğime dair yeni bir ümit yeşerirken, çaresiz bir uysallıkla, “Peki baba, senin dediğin gibi olsun” dediğimi hatırlıyorum.
Bir süre sonra, okulun giriş imtihanına girip kazandım. Dersler başlayınca gördüm ki, okulda hem ortaokulun bütün dersleri okutuluyor, hem de Teknik Resim, Makine, Elektrik, İnşaiye Bilgisi gibi teknik dersler de veriliyordu. Öğleden sonraları da atölye hocaları nezaretinde tersane atölyelerinde pratik yapıyorduk. Yaşımıza göre, doğrusu oldukça ağır bir tedrisattı.
Artık ben, 1948 yılında, 12 yaşında, hem ortaokul talebesi hem de Haliç Tersanesi’nde bir çıraktım.
1948–49 yıllarında, gözlerimle gördüğüm Haliç kıyılarındaki gemi sanayimiz
Okula gitmek üzere, sabahları Defterdar İskelesi’nden vapura biner, Kasımpaşa’da iner, tersanenin içerisindeki okuluma giderdim. O zamanlar, Haliç’te numaralı vapurlar çalışırdı. Tekneleri siyah boyalı, üst kısımları ağaçtan, bordo renkli ufak gemiler. Vapur, Defterdar’dan kalkıp Ayvansaray İskelesi’ni geçince, kıyıda kızaklara çekilmiş rengârenk ahşap tekneler görürdüm. Kimisi yeni inşa ediliyor, kimisi de tamir. Bunlar balıkçı tekneleriymiş…
Vapur biraz yol alınca, Ayvansaray’ın karşısındaki Hasköy İskelesi’nin hemen yanında, bugünkü Rahmi Koç Müzesi’nin bulunduğu yerde, karaya çekilmiş saçtan yapılmış Haliç vapurlarından biraz daha büyük yolcu vapurları görürdüm. Burası Hasköy Tersanesi’ymiş… Şehir hattı vapurları burada tamir edilirmiş…
Vapur Balat’ı geçince Fener İskelesi’ne gelirdi. Fener İskelesi’nin yanında karaya çekilmiş yük gemileri görürdüm. Burası da özel sektöre ait Fener Tersanesi’ymiş. Fener’in karşısında rıhtımında gri renkli harp gemileri bulunan Taşkızak Tersanesi görünürdü. Tersanenin kızağında inşa halinde baş tarafı denize doğru sarkmış, kocaman bir tekne görürdüm. Sonradan öğrendiğime göre, o tekne inşa halinde bir tankermiş ve Ata Nutku Hoca yapıyormuş…
Taşkızak’ın yanında, bir de hayal meyal hatırladığım bir denizaltı vardı. Yine öğrendiğime göre, Taşkızak’ta 1937–39 yıllarında Türk–Alman işbirliği ile tamamı Almaya’dan gelen malzemelerle iki denizaltı inşa edilmiş. Saldıray ve Atılay adları verilen bu denizaltılar, rivayet edilir ki, dalış tecrübelerinde pek başarılı olamayınca Haliç’te bir nevi çürümeye terk edilmiş.
Taşkızak Tersanesi’ni geçince, yine, rıhtımında ahşap direkli tekneler bulunan bir tersane görünürdü. Burası da Haliç Tersanesi’ne bağlı olarak çalışan yeni atölye (Sonradan Camialtı Tersanesi adını alan Osmanlı’daki adıyla Aynalıkavak Tersanesi) imiş.
Kasımpaşa İskelesi’nde vapurdan inip de okula gitmek üzere tersanenin kapısından içeriye giren 12 yaşındaki bir çocuk için, Haliç Tersanesi muazzam büyük bir yerdi. Rıhtımına yanaşmış kocaman kocaman yük gemileri, yolcu gemileri, uzun ve derin taş havuzları bana inanılmaz büyük gelir, havuzların kenarlarına yaklaşmaya korkar, uzaklarından yürürdüm.
Çocuk gözü ile ilk intibalarım: “Hayal kırıklığı”
Öğleden sonraları, okulda, atölye çalışmaları sırasında, hocalarımız bizleri rıhtıma yanaşmış gemilere de götürür, gezdirirlerdi. Bu gemiler, daha çok Şilepçilik İşletmesi’nin yurt dışından alınmış yük gemileri, Denizyolları İşletmesi’nin yolcu gemileri, Şehir Hatları’nın boğaz vapurları olurdu. Yolcu gemilerinin yolcu salonlarını, makine dairelerini, yük gemilerinin kocaman vinçlerini hayranlıkla seyrederdik. 1949 yılında, eski Ankara gemisi Amerika’dan yeni satın alınmış, Karaköy Rıhtımı’na yanaştırılmıştı. Onu da gittik gezdik. O zaman siyah boyalıydı. Ankara gemisi, bizlere inanılmaz büyük gelmişti.
Sanki bir şehir gibiydi.
Bu gemileri gezip görürken, hem seviniyor hem de çok üzülüyorduk; çünkü bu gemilerin hiçbirini biz yapmamış, hep Avrupa’dan veya Amerika’dan satın almıştık.
Pekiyi, biz ne yapıyorduk o tarihlerde?
Haliç Tersanesi rıhtımlarında, siyaha boyanmış pervanesiz çamur dubalarını, bir de açıkta beklemekte olan gemileri bağlamak için kullanılan yuvarlak şamandıraları görürdük. Haliç Tersanesi’nde 1948–49 yıllarında yapılabilen yeni inşaatlar, sadece bu dubalar ve şamandıralardan ibaretti. İtiraf edeyim ki, Batı, Ankara Gemisi’ni yapabilirken, bizim sadece duba yapabilmemiz çocuk ruhumuzda derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Belki de bir isyan duygusunu…
Sonradan öğrendim ki; 30’lu yıllarda Hasköy Tersanesi’nde 33 metre boyunda iki adet şehir hattı gemisi, Haliç Tersanesi’nde de Van Gölü için iki adet 32 metre boyunda tren ferisi yapılmış. Askeri tersanelerde de Ata Nutku Hoca’nın gayretleri ile iki adet tankerle bir adet mayın tarama gemisi yapılmış.
Cumhuriyet Dönemi’nde 1923’ten 1950’ye kadar geçen 27 senede yapılmış olan ufak tefek deniz motorlarını saymazsak, denizaltılarla beraber topu topu dokuz adet gemi yapılabilmiş; tabi bunlar devlet eli ile inşa edilebilenler. Özel sektör tarafından aynı dönem içinde Fener’de, Perşembe Pazarı’nda ve Büyükdere’deki kızaklarda yokluklar içinde, binbir güçlükle acaba kaç tane koster yapılabilmiştir; doğrusu bilmiyorum, ama çok sayıda olduğunu da tahmin etmiyorum.
1949’dan 2009’a: “Gerçekleşen Mucizeler”
1949’dan 2009’a kadar geçen 60 yıl içinde gerek dünyada gerekse Türkiye’de şüphesiz çok şeyler değişti. Yaşları müsait olan bizler, bu değişimleri yaşadık, gördük.
Bu 60 yıl içinde, benim hayatımla ve gemi sanayimizle ilgili çok önemli iki mucizevi değişim gerçekleşti.
Benimle ilgili olarak; babamın kehaneti gerçekleşti ve okulu birincilikle bitirdim. Onun tahmin ettiği gibi, tersane bana burs verip okuttu. 1960 yılında yüksek mühendis olarak tersanelere döndüm ve her kademede görev yaptım. Çırak olarak çalıştığım Haliç Tersanesi’ne müdür oldum. Daha sonra da Denizcilik Bankası’nda bütün tersanelerden sorumlu Genel Müdür Yardımcısı ve Yönetim Kurulu Üyesi oldum. Bu görevler benim gibi, tersanelerde doğup büyümüş bir insan için adeta mukaddes görevlerdi ve her türlü ikbalden daha değerliydi. Ben de bu görevlerde, çocukluğumda gemi sanayimizde gördüğüm geriliğe karşı duyduğum isyanın etkisi ile bir şeyler yapabilmek için, bütün gayretimle çalıştım. Beni okutanlara layık olmaya ve borcumu ödemeye gayret ettim.
İkinci mucize, gemi sanayimizdeki inanılmaz gelişmeydi ve benimle ilgili değişimden çok daha önemliydi. 1948–49 yıllarında gözlerimle gördüğüm ve dünya gemi sanayinde hiçbir yeri ve değeri olmayan gemi inşa sanayimiz, 1980’de Tuzla’nın “Gemi Sanayi Bölgesi” olarak faaliyete geçmesi ile gelişmeye başlamış, bu gelişme, son 10–15 yılda doruğa ulaşarak dünya gemi sanayinde dördüncü sıraya yükselme başarısını göstermiştir ki, bu, gerçek bir mucizedir.
“Lloyd List” Ödülleri
İngiltere’nin en eski denizcilik gazetesi olan “Lloyd List”, üç yıldır Türkiye’de denizcilik sektöründe yılın en iyilerine ödüller veriyor. 2008 yılı için ödül almaya layık adaylar arasından en iyilerini seçmek üzere tertiplenen jüriye beni de üye olarak seçmişler. Mayıs ayında yaptığımız jüri çalışmaları sırasında aday tersanelerin, inşa edilen gemilerin, liman ve gemi işletmecilerinin kendilerini tanıtıcı broşürlerini tetkik ederken, Türk tersaneciliğinin ve Türk denizciliğinin nasıl inanılmaz bir aşama kaydettiğine bir kere daha şahit oldum ve inanılmaz bir mutluluk duydum.
Aday tersaneler arasında; İtalyan ve Yunan armatörlerin, Shell’in güvenlerini kazanarak krize rağmen sürekli sipariş alan butik tersaneler, birkaç sene evvel kuruldukları halde harıl harıl çalışan en son teknoloji ile donatılmış yeni tersaneler. Bunların arasından en iyisini seçmekte doğrusu çok zorlandık.
Evvelki yıllarda en iyi tersane seçilmiş, dünyanın en iyi ve en tanınmış tersaneleri ayarındaki son derece modern ve büyük kapasiteli tersanelerimizi de hatırlayarak gurur duyduk. En iyi gemi olarak aday gösterilen, inşaatları son derece ileri teknoloji gerektiren kimyasal tankerler, konteyner gemileri, bulk carrier ve dry cargo gemileri gibi harika gemiler arasından en iyisini seçmek son derece zor oldu.
1948–49 yıllarında, Haliç Tersanesi rıhtımlarında gördüğüm siyah boyalı pervanesiz çamur dubalarından 60 yıl sonra, gemi sanayimizde gördüğüm bu mucizevi gelişme; geriliğimizden dolayı çocukluğumda duyduğum içimdeki isyan duygusunu yok etti. Bu günleri gördüğüm için Allah’a şükrettim.
Bu mucizeyi, bu tarihi başarıyı gerçekleştiren eski denizci ailelerin bugünkü temsilcileri ile tersaneciliğe tutku ile bağlı mühendis arkadaşlarımı gönülden kutluyorum. Bu fedakar ve çalışkan insanlara Gemi Sanayimiz şükran borçludur.
Gönül isterdi ki; 70’li ve 80’li yıllarda, gemi sanayimize çağ atlatalım diye, büyük bir gayret ve tutku ile çalışarak tamamlayıp işletmeye açtığımız büyük Pendik Tersanesi de Tuzla tersaneleri gibi profesyonel bir yönetim tarafından kuruluş gayesine uygun olarak çalıştırılsın. Pendik’te, Tuzla’da yapılamayan 100–150,000 tonluk dev gemiler inşa edilsin. Kuruluşu; gemi inşa sanayimizin en büyük ve tarihi atılımlarından biri olan Pendik–Sulzer Motor Fabrikası kapatılmak şöyle dursun, genişletilerek kapasitesi artırılsın, değişik lisanslarla ana makine ve jeneratör dizelleri üreterek ülkemizin ihtiyaçlarını karşılar hale gelsin. Yan sanayimiz de geliştirilerek, gemi sanayimiz, ülkemiz ekonomisine yüzde yüze yakın bir katma değer yaratsın.
Bizim jenerasyonun, gençliğinde gördüğü rüyanın tamamı böyle bir rüya idi. Tuzla’daki, Yalova’daki ve diğer kıyı şeritlerimizdeki gelişmelerle, rüyamızın büyük bir kısmı çok şükür gerçekleşti.
Rüyamızın tamamlandığını görmek, acaba bize nasip olacak mı? İnşallah…