İlhamımı mesnevi 'den aldım Çaldımsa da miri malı çaldım Şeyh Galip Aşırma, intihal, aparma, esinlenme, metinler arasılık, alıntılar mozaiği, imitasyon, gönderme, sinonim, intertextuality, plagiarism ; veledi zina metinlerin müsebbibidir. Edindiğiniz bilgiyi, akademik yazılarda, nerden aldığınızı belirtmeden kullanma durumudur. Özellikle de akademik yaşantıda karşılaşıldığında sıkıntı yaratacak bir olaydır. Basit haliyle birebir kopyalama ve kaynak, referans göstermemektir. Dil ve Edebiyat bölümüne başladığınız gün öğrendiğiniz kelimedir. Bu kelimenin gerçek anlamını ve içeriğini anlayana kadar verdiğiniz her ödev size bumerang misali geri gelir. Plagiarism yapmamak için uyulması gereken kural, başkasının yaptığı işi kullanırken o kişiyi referans göstermektir. Akademik anlamda çalıntı derler ama bunun da kuralları vardır. Kendi kendimize bir şeyler icat edemeyeceğinize göre adapla diğer insanların yaptıklarına bakılıp, kopya çekilir. Bütün kurallarına uyduktan sonra hiç bir mahsuru yoktur. Plagiarism aslında bu kurallara uymamaktır. Bir başkasının eserini kendisininmiş gibi yayınlamak olarak tanımlanabilecek, özellikle edebiyat, müzik ve tıp dünyasında sıklıkla örneklerine rastlanılan, bilimi ve sanatı çirkinleştiren durumlardır. Sıklıkla sanat ve bilim adamı yetiştirme konusunda üçüncü dünya ülkelerinde görülmektedir. Uluslararası yayın yapma kaygısıyla prof. dr. olabilmek için gerekli kıstaslardan biri bir başka doktorun yayınlanmış makalesinden referans göstermeden alıntılar yapan akademisyenin düştüğü durumdur. Aparma diyebiliriz. Bilim adamları ve çeyrek aydınlar sıkça yaparlar. Tevfik Fikret’in Balıkçılar şiiri Victor Hugo’dan. Orhan Pamuk'un Beyaz Kale'deki İtalyanın İstanbul boğazını tasviri 16. yy.da yaşamış bir İspanyol’un hatıratındandır. İhsan Doğramacının yazdığı bir kitabın bir İngiliz yazarın kitabından nerede ise kopya olduğunu Murat Belge birkaç gün işlemişti köşesinde. Dedem Korkut un bile torunlarına yüzyıllar ötesinden örnek verdiği konudur. Dede Korkut hikâyelerindeki tepegöz hikâyesinin Homeros’un Odysiea'sında geçtiği bilenlerin malumudur. Yani bu kıvanç duyulası özellik, genlerimize işlemiş ve kalıtımla bizlere bir miras olarak sızmıştır. En sık görülen örnekleri müzik camiasında albümündeki şarkıyı kendi bestelediğini söyleyen ama aslında başka biri tarafından 20 yıl önce bestelendiği ortaya çıkarılan popçuların durumudur. Manzumeler, yalnız meyhane müşterilerini coşturmak, hanende kızları zengin etmekle kalmıyor gramofon kumpanyaları da yağmacılar arasındadır. Bunları besteleyen, hisse alıyor, okuyan hisse alıyor, satan hisse alıyor da, yalnız yazan avucunu yalıyor. Eğer sözlerimizin kıymeti yoksa bu plâk fabrikalarının indinde asıl mühim olan kendi besteleri, bu hanendelerin indinde asıl mühim olan kendi sesleri ise, sözlerimizi bırakıp sadece güzel sesli hanendelere mahir bestekârların notalarını okutsunlar. Bakalım plâklarına kaç müşteri bulabilirler! Müzik piyasasında olan kişiler "müzisyen" demiyoruz, "müzisyense" diyoruz, tarafından kullanıldığında "çalmak" anlamına gelir genelde. Örnek de verelim, tam olsun. "kullanılan ritimlerin hafif meşrep makasları doğuştan on geldiği için şarkıların girişi birbirine benzeyebilir, lakin esinlenmiş de olabilinir." Meali: "sadece ritmi değil, bütün müziği aldım bire bir. Üzerine Türkçe söz yazdım, birkaç da İngilizce laf ekledim şekil olsun. Açıkçası, aparma diyebiliriz aslında." Esasen fikir hırsızlığı görece esinlenme olarak yorumlanabilecek bir şeydir. Yani bir yerden bir fikir alırsınız ve o fikri o argümanlarla geliştirirsiniz ki bu intihal sayılmayabilir. Zira fikir dediğiniz nedir, insan oturduğu yerde, dakika başı bir fikir üretebilir. Bilimsel emek açısından kritik olan, bir fikrin,bir propagandatif olaylar bütününe tabi tutularak geliştirilmesi olduğu için asıl hırsızlık da bu aşamadadır işte. Birinin fikrini değil, akıl yürütme biçimini yürütmenizdir. Gerçi bu, hakikaten tam nasıl olur bilemiyoruz. Zira herkesin zihni kendine ve kendindedir. Mümkün müdür öyle başkasının aklını çalmak. Sadece onu akademik yazına yansıtma biçimini madden yürütme imkânınız vardır. Zaten akademi dediğiniz de maddi olduğu için mülki sayılır. Bir ürün, kendinden önceki bir başka ürüne dayanıyorsa ya da o bir ürünü oluşturan unsurlara sahip o bir başka ürün, daha önce o bir ürünün sahibinin/sahibesinin o bir ürünü üretirkenki bilgisi dışında ise; o ürün, ilkinde daha üretim aşamasında, ikincisinde ise görüldüğü/bulunduğu/anlaşıldığı yerde atıflandırılmadıkça hırsızlığa konu edilebilir. Düşünsel emeğe saygı bunu gerektirir. O bir başka ürün’ün ortada lığı, o bir başka ürün’e kolay ulaşılabilirlik, sonraki üründe söz konusu iyi niyetli frekans birlikteliğini hırsızlıktan öte bir mizah konusuna dönüştürebilir. O denli ortada ve ulaşılabilir değil ise, o zaman da üretenin ürettiği alanın kaynaklarını tüketmemiş olması zaafıyla karşılaşabiliriz. Zaafı belirleyense gene ulaşılabilirlik durumudur ki parça başı değerlendirmek gerekir. Bir mülkiyet sorunundan çok, bir etik atıf sorunudur. Araklamak, çalmak fiillerinin direkt olarak telaffuz edilememesi sonucunda kibarlaştırılarak söylenmesidir. Akademik bir yazı yazarken sekiz mezura kadar esinlenmek serbesttir, gerisi plagiarisme girer.Bir de plagiarism saplantısı vardır. Dünya üzerindeki her fikri ilk kez kendi düşünmüş, kendinden başkası bu fikirden bahsedince fikir kendi malıymış gibi sağa sola atlayanlar da vardır. Hatta sağduyu, aklıselim sayılabilecek şeyleri de "bunu evvela ben düşündüm" aptallığını ve o aptallığın getirdiği cüreti gösterebiliyorlar. Daha da önemlisi intihalden bahsederken de plagiarismi kullanmamak gereklidir. Bunu söz konusu kişilerin üretebildiği fikir sayısındaki azlıkla alakalandırmak istiyoruz; insan yılda bir ortalama bir fikir üretebilince ona ölümüne sarılıyor demek ki. Aklınıza gelen şey benim de aklıma gelmişti aslında ilk kez ama Edison Efendi kafama çomağı indirince akıllandım. Edebiyat intihalden ibarettir kimin söylediğini şimdi hatırlayamadım. Aslında bütün sanat dalları için geçerli olduğunu düşündüğümüz olaydır. Her eserde tam olarak bir aşırma söz konusu olmasa da, esinlenme, imitasyon ve gönderme sıkça görülür. İyi midir kütü müdür bilemem ama genel olarak sanat, bir nevi "gerçek"ten aşırma olduğu için ondan öncekilerden esinlenmesi, vs. de gayet normaldir. Murat Bardakçının Orhan Pamuk’u intihalle suçlamasıyla gündeme gelen kavramdır. Anı yazısını aktaran bir kitaptan intihalle suçlanan Pamuk, Bardakçının yazısı dikkatli okunmadığı zaman suçlanabilir, ancak anıyı aktaran kitapla bu anıyı başka şekilde alan ve kullanan yazarın intihal yapıp yapmadığı tartışma konusudur. Sonuçta edebiyat da diğer bütün sanatlar gibi devam niteliği taşır ve "çalma" suçlamasında bulunmadan önce şöyle bir mola vermek gerekir. "çünkü bakış açısının bu tarafındasın ondan İnsan var olduğu sürece bu ötekiler hep olacaktır Bakış açılarının neresinde olursanız olun Değişmeyecek şey ötekidir Öteki hep biz olmayan bizim taraf da bulunmayan daha doğrusu yanlış tarafta olandır Yada aslında arzu ettiğimiz ama ayni zamanda korktuğumuz ya da tam tersi Öteki kötü olandır Öteki yanlış yapmıştır Farklı olan ötekidir Ve farklı olandan korkar insan hep Ve korktuğu şeyin üstesinden gelmenin en basiti onu yok etmektir Ve düşman olur o böylece ve düşman hep ötekidir Birde özgür olmak için öteki olmamalıdır Çünkü özgürlüğü kısıtlayan hep ötekidir Öteki bir İsviçre çakısıdır Öteki bizdir ve biz değildir çünkü o başkasıdır" Öteki çayırın otu neden daha iyi Gibi laflara gebedir.’’ İnsan var olduğundan beri, yapılan en büyük, en yaygın hırsızlık "emek" üzerinde yoğunlaşmıştır. Anamalcı dizgenin ekonomik dünyaya hâkim olması, dünya hırsızlık tarihinin en parlak sayfalarının yazılmaya başlandığı zamana denk düşer. Sanat ve bilim tarihinin en göz alıcı sayfaları ise, emek sömürüsüne karşı verilen savaşımı belgeleyen altın harflerle yazılmıştır. Ortaya koyacağımız sav, sayısal olarak kanıtlanamasa bile, yalanlanması da olanaklı değil. Hatta bu savın, çok büyük bir gerçeklik payı içerdiği görüşünü paylaşanlar hiç de az olmayacaktır... Dünyada emekten sonra en çok çalınan şey, şiirdir. Peki, ama emeği çalan anamal ediniyor, varsıllaşıyor. Ya şiir, aşıranın ne işine yarıyor? Sanat, hem yaratıcısı, hem de tüketicisi için insan olmanın onuruna ulaşılan noktadır. Ne ki, onur, eli uzunlukla biriktirilemez. "hırsızlıkla onulsaydı, sıçanlar zengin olurdu" sözü, belki de böylesi durumlar için söylenmiştir. Yani atasözleri her zaman "hata sözleri" olmayabiliyor, kimi kez de gediğini dolduruyor. Hırsızlık onursuzluksa onur sahibi olmak için onursuzluğa yelken açmak nasıl bir çelişkidir? Sanat üzerine söylenmiş tümcelerden ikisi. Fazla söze ne gerek var. Diyor ki Reverdy: —yol üzerinde kendi ayaklarıyla yürüyenler vardır. Bu onların gerçek boyudur. —başkalarının omuzlarına elleriyle dayanarak yürüyenler vardır, bu da başkalarının gerçek boyudur... Şair, şairi elbette kıskanacaktır. Ancak, bu kıskançlık kültür düşmanlığına kadar uzanırsa adı ahlaksızlık olur. Ahmet Haşim, Yahya Kemal tarafından bilinmiştir de; Baudelaire, bize, biraz Ahmet Hamdi Tanpınar, biraz Ahmet Kutsi Tecer zamanında girmiştir. İlk kokular ve belirtiler onların şiirlerinde var. Ama Cahit Sıtkı ve Ahmet Muhip 'ten sonra Baudelaire, şiirimize iyice girmiştir. Hatta karşıtları Cahit Sıtkı’nın ve Ahmet Muhip'in şiirleri için 'biraz Baudelaire kokar' derler. Ne gam; has, iyi şiir olsun da, ne kokarsa koksun! Her önde gelen şairin yazdıkları, her sonra gelen şairin malıdır. Çünkü birbirlerine ulana ulana adına şiir dediğimiz o büyük saltanatı kurarlar. Yağmur Atsız da Nazım Hikmet 'in "sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin ?" mısraını Pierre Bonnard 'in "mutluluğun resmini yapmak" adlı tablosundan esinlenmiş olduğunu ve "cuk oturmuş bir intihal" sayılabileceğini yazmıştı. Strazburg da tüm Bonnard kitaplarına bakmama karşın söz konusu tablosuna rastlayamadım. Gerek Bonnard'in sözü edilen tablosuna, gerekse Yağmur Atsız'ın 11 Aralık 1995 tarihli yeni yüzyıl’daki yazısına ulaşan olur da gönderebilirse sevinirim. Mutluluğun resmi intihali, benim adım kırmızı'nın son paragrafında da görülebilir. Jean Giraudoux 1920 lerden ‘’Bize meçhul o ilki hariç, intihal tüm edebiyatların temeli idi’’ demektedir. Romanda olmayan bu söz Giraudoux’ya mi yoksa tiyatroya uyarlanması sırasında oyuna sıkça müdahale eden Louis Jouvet’ye mi aittir bilemesek de karinenin ibresi doğal olarak Giraudoux’yu göstermektedir. Giraudoux’ya atfedilen ve kendi / başlı başına bir intihal oluşturduğunu düşündüğümüz bu sözün esin kaynaklarına sonraki yazılarımızda dönebiliriz. Bir tür metinler arası zinadır ki metinlerin birbirleriyle ilişkisi bir takım gizli kurallara bağlıyken söz konusu kuralları ihlal eden ürünleri bu fiili işlemekle itham etmek pekâlâ mümkündür. Birçok kalem erbabının çağlarında anlaşılmamalarının ya da daha kötüsü yanlış anlaşılmalarının sebebini burada aramak aşırılık olmaz. Her ne kadar her metin ara metin, metinler arasılık da bir metni mümkün kılan meşru ilişki olsa da meseleyi daha dar bir kapsamda düşündüğümüzde farklı metinler arasılık evrenlerinden söz edebiliriz. Örneğin Şeyh Galip'in dâhil olduğu metinler arasılık "geleneği" ile Tevfik Fikret’inki arasında kimi örtüşmeler olsa da büyük farklılıklar vardır. Daha çok klasik Fars ve Osmanlı edebiyatının, Mevlevi basılı eserlerinin tümünün oluşturduğu bir art-alanda işleyen hüsn ü aşk yazarı Şeyh Galip, Tanzimat ve servet-i fünun edebiyatları, dahası modern Fransız şiirinin zemininde at koşturan Tevfik Fikret ile büyük oranda ayrı yazınsal evrenlerde ikamet etmektedir. Bu noktadan bakıldığında metinler arası zina, metnin kendisinden/yazarından/döneminden beklenen metinler arasılık geleneği ile ilişki kurmaması gereken, örtük olarak yasaklanan başka bir geleneği, kendisini aşk yuvası yaparak birleştirmesidir. İki geleneğin de temsilcileri tarafından dışlanır bu metin/yazar, recm edilir ancak çoğu zaman bu yasak ilişki doğurganlık sağlar, açılım getirir. Oktay Rıfat’ın Osmanlı sultanlarına dair şiirleri böyle bir zinanın ürünüdür. Ait olduğu metinler arasılık bakımından modernist olması, gelenekten en fazla halk şiirine yakın olması, Osmanlıya eleştirel bakması gereken Oktay Rıfat Osmanlı padişahları ile özdeşleşmeler kurarak bu gelenekten sapar; ancak bu başka bir metinler arasılığa-örneğin Osmanlının yüceltildiği muhafazakâr edebiyat alanına- geçtiği anlamına da gelmez çünkü Fatih'i işlerken fethediciliğinden değil de karanfil koklayışından, duyarlılığından, kararsız kalmasından söz eder. İki alanın hoşlanmayacağı bir yasal olmayandır son çözümlemede. Veledi zina metinlerin müsebbibidir. Bu metinleri kimse sahiplenmez. Tam da bu yüzden yazardan bağımsızlığını kazanmış, kendi niyetini ortaya koymuş bir metin olma şansı yakalar böyleleri. Umum için yazarı bilinmeyen taş gibi metinler olarak da kategorize edilebilir. Intertextuality metinler arasılığın görselleşmiş hali diyebiliriz. Her metin kendinden önceki metinlere gönderme yapar. Her metin metinler arasılık içerir. Ancak post modern edebiyatta ve sanatta metinler arasılık bir araç olarak somut biçimde kullanılmaya başlanmıştır. En güzel örneklerine Derrida'da rastlarız. Umberto Eco, U. K. Le Guin ve daha pek çok isim belirgin biçimde kullanır metinler arasılığı. Dip not düşmeyi bile dâhil edebiliriz buna. Metinler arasılık metinlerin anlamının başka metinler tarafından şekillendirilmesidir. Bir yazarın önceki bir metni ödünç alması ve dönüştürmesi için kullanılabildiği gibi bir metni okuyan bir okurun bir başka metne başvurması için de kullanılabilmektedir. “Metinler arasılık” kavramının kendisi de post yapısalcı Julia Kristeva tarafından 1966 yılında bulunmasından bu yana pek çok kez ödünç alınmış ve dönüştürülmüştür. Eleştirmen William Irwin’in belirttiği gibi, bu terim, “Kristeva’nın ilk uzak görüşlülüğüne sadık kalanlardan onu sadece anıştırma ve etkiden bahsederken daha şık bir dil kullanmak isteyenlere kadar neredeyse kullanıcı sayısı kadar farklı anlamlara gelir hale gelmiştir” Kavramı bulan Julia Kristeva bunu şöyle özetler: ‘herhangi bir metin, bir alıntılar mozaiği olarak inşa edilmiştir; bir metin, öteki metnin özümsenmesi ve dönüşmesinden başka bir şey değildir. Edebiyat kuramlarında kullanılan bir terimdir. Bazı metinlerin diğer metinlere gönderme yapması yöntemiyle anlam yaratma metodudur. Her metnin daha önce yazılmış bir metinden bağımsız olamayacağının kavramsallaştırılmış halidir. "kabaca, iki ya da daha çok metin arasında bir alışveriş, bir tür konuşma ya da söyleşim biçimi’dir. Metinler arasında, her metnin kendinden önce yazılmış öteki metinlerin alanında yer aldığı, hiçbir metnin eski metinlerden tümüyle bağımsız olamayacağı düşüncesi öne çıkar. Dolayısıyla bir metin, hep daha önce yazılmış metinlerden aldığı kesitleri bir araya getirmekten başka bir şey değildir:" Bu bağlamda intihal konusu yeniden yorumlanmaya açıktır. Orhan Pamuk'un Yeni Hayat kitabı örneğin Dante'nin Yeni Hayat kitabına göndermeler taşımaktadır. Ve yazar zaten bunu kitabın içinde bir yerde "kitaplar kendi aralarında konuşur" diyerek de belirtmektedir. Tabi Türk edebiyatında Orhan Pamuk daha portakalda vitaminken, sevgili Oğuz Atay Tehlikeli Oyunlar ve Tutunamayanlar adlı kitaplarında intertexuality metodunu kullanmış ve ‘’Don Kişot, Hamlet, Hayat Denen Oyun’’ gibi kitaplarla konuşturmuştur kendi kitaplarını. Bakhtin de metinlerin her daim diyalog halinde olduklarını söylemiştir. Hatta yaşam bile bir şekilde bu diyaloga dâhil olmak demektir; soru sorarsınız, tepki verirsiniz, tepki alırsınız, onaylarsınız. Metinler de kendilerinden önce yazılmış olanlarla ve kendisinden sonra yazılacak olanlarla bu tür bir etkileşim içerisindedir. Önce yazılmış olanlardan izler taşır, sonrakilere de bir şeyler bırakır ister istemez. Umberto Eco Gülün Adı adlı romanına karşılık yazdığı bir makalesinde postmodernizmin modernizmin geçmişini yıkamayacağından, eğer yıkarsa bunun artık söylenecek söz kalmamasına götüreceğinden bahseder ve bu nedenle geçmişin yeniden kullanılmasını - dolayısıyla metinler arasılığı önerir ama bu sefer ironiyle, çünkü artık saflık ve masumiyet mümkün değildir. Şu örnekle açıklar: "kültürlü post modern bir erkek, kültürlü bir başka kadına âşık olur, ama ona 'sana deliler gibi aşığım' diyemez çünkü artık kadın bilir ki ve kadın erkeğin de bildiğini bilir ki bu sözler çoktan Barbara Cartland tarafından yazıldı. Ama buna bir çözüm var, o da erkeğin "Barbara Cartland'in diyeceği gibi sana deliler gibi aşığım" demesi, yani bir başka metinin de farkında olarak yine istediklerini dile getirmesidir. Romanda zina, doping, hırsızlık, intihal kelimelerini sıkça duyduğumuz son zamanlarda bu görüşlere katılmayıp romanın ilişkiye girmişini başarı sayanlarda vardır. Ortada bir zina yoktur yani! Hatta bir roman ne kadar çok ilişkiye giriyorsa o kadar başarılıdır görüşünü savunurlar. Mesela Ahmet Altan Aldatmak adlı romanı yazarken Arthur Hailey ’in Tekerlekler ve Kılıç Yarası romanı yazarken de Ercüment Ekrem Talu ’nün Kodaman isimli romanıyla ilişkiye girmiş olduğu düşünülebilir. Özetle çıkarımı; hiçbir şey nesnel değildir, her şey bir başkası tarafından farklı şekilde algılanıp, farklı şekilde sunulabilir olan edebi kullanım biçimi. Doğruluğu irdelenemeyen kültürel, tarihsel bilgiye olan güvenin azalmasıyla ortaya çıktığını söylersek yanlış olmaz. Buna güzel bir örnek olarak İncil’den alıntılarla, aliterasyonlarla dolu olan İngiliz edebiyatı verilebilir. Metinler arasılık okuyucunun bir durumu, düşünceyi farklı bakış açısından yakalamasına büyük ölçüde yardımcı olmakla beraber bu, daha sonra yaratılmış eserin öncekini sadece çürütmek amacıyla ele aldığı anlamına gelmemelidir. Burada önemli nokta her şey sonsuz kere konu edilebilir, bir son söz yoktur. Sanatın ilgilendiği konu da neyin yapıldığı değil nasıl yapıldığı olduğuna göre bu oldukça mantıklı ve yapıcı bir tekniktir. Bu noktada metinler arasılık Derridanın yapı çözümüne büyük ölçüde benzemektedir. Riffaterre bu metinler arasılığı edebi bir ölçü sayar. Riffaterre, okurun okuma edimini, ‘okurun, okuduğu metin ile anımsadığı öteki metinler arasında’ kurduğu bellek diyalektiğini öne çıkarır: ‘bir metinde metinler arasının varlığını algılayamamak, metnin yapısını tam olarak çözememek anlamına gelir.’ Bunun adamakıllı uygulandığı bir "yeni" metin oluşturmak için birikim lazım. Tarihsel olarak bakıldığında trajik bir anlam kaymasına uğramış bir ifadedir aslında bu. Zamanında her konuda her şeyi söyleyen Aristoteles ‘Ruh Üzerine’ adlı kitabında beş duyudan bahsettikten sonra bir de sağduyu- aklıselim anlamına gelebilecek bir ifade sarf etmiştir. Burada anlatmak istediği aslında bu beş farklı duyuyu birleştiren bir altıncı duyu, fakat bunun ne olduğundan emin değildir. Bir süredir, bunun aslında yakın geçmişe kadar bilimsel faaliyetin dışında tutulan multimodality terimine denk geldiğini söyleyen insanlar var bilim camiasında, artık bu konu da bilimsel faaliyetin çalışma alanlarından birine dönüşmüş durumda. Yani özetle duymak görmeyi nasıl etkiliyor, tat ile dokunma arasında nasıl bir ilişki ve iletişim vardır. Gelin görün ki bu altıncı his ya da sağduyu-aklıselim ifadesi zaman içinde bugünkü anlamına gelmiş. İçerik olarak bu altıncı hissin aslında ilk defa diğer hislerin birbirleri içinde nasıl iletişim kurduğunu ifade eden anlamı geçen 2500 yılda yeterince değişmiş, sağduyuya yelken açmış görünmektedir. Bu terim bundan 2500 yıl önce bugün kullanıldığı belirsiz içerikli anlamlara kıyasla bugünkü bilim anlayışımıza daha yakın bir anlamda ortaya atılmıştı. İnsanoğulları olarak biz bu terimi de nedenini anlayamadığımız olayları ruhani güçlere ya da ne olduğu belirsiz yeteneklere atfetme yeteneğimizi kullanarak yok etmişiz. Bu nedenle de şimdi psikoloji, bilişsel bilim alanında çalışan bilim adamları duyuların bir birbirleriyle nasıl iletişim kurduğunu anlatmaya çalışırken Aristoteles ile başlayıp sonradan yamulan bu terim karışıklığından söz ediliyorlar. Daha özellikli bir konu söz konusu olduğunda, mesela: estetik, anlamına inancımı yitirdiğimiz cümledir; eğer ki kişi öğrenilmiş bir estetik anlayışına sahipse, benim özgün düşüncem bu diyemiyor bunu diyemediği gibi hayatını öğretildiği gibi kabul ettiği bir estetik anlayışına göre sürdürürken başka konularda durdurulamaz bir tabu yıkıcı, durdurulamaz bir anarşist gibi davranıyorsa bu seçme özgürlüğünü kullanmaktansa insanın önüne ego tatminine giden yapış yapış yapay bir yol serer. Ego tatmini yapılmaması gereken bir şey midir? Hayır, ihtiyaçtır gayet doğaldır ama insanın seçimleri ile benimsediği fikirler arasındaki ahenk yoksa her şey göze batar naif görünür. Ama tabii ki mutlak bir değişmez olarak: “gerçek yoktur, olsaydı da bilinemezdi.” Sofistler, eski Yunan’da yaşayan gezgin felsefe öğretmenleriydi. Bu filozoflar tüm ülkeyi köy köy dolaşarak insanlara para karşılığında felsefe öğretirlerdi. m.ö. 4. yüzyılın başlarında etkili olan bu filozoflara göre değerler ve gerçekler toplumdan topluma ve hatta insandan insana değişebilirdi. Çünkü insanın elinde bilgi olarak yalnızca beş duyusu aracılığıyla elde ettiği temelsiz veriler vardı. Bu nedenle “doğru” diye bir kavram hiçbir şekilde kabul edilemezdi. Sofistler, doğru bilgiye hiçbir zaman ulaşılamayacağını, çünkü “doğru” denilen bilginin kişiden kişiye değiştiğini ileri süren ilk filozoflardır. Berkeley’in idealizm anlayışının temelinde yatan ünlü sofist Protagoras’a göre insan her şeyin ölçütüdür. İnsanın elde ettiği tüm bilgiler duyumdan gelir ve bir şey birine nasıl görünüyorsa onun için öyledir. Aynı şey, başka bir insan için bambaşka bir biçimde, kokuda, ya da renkte olabilir. Diğer bir ünlü sofist ise Gorgias’tır. Ona göre zaten “gerçek” diye bir kavramdan söz etmek imkânsızdır. Gerçek diye bir şey olsaydı bile bu bizim tarafımızdan bilinemezdi. Üstelik gerçeği bilmemiz durumunda bile başkasına anlatamazdık, çünkü başkasına anlatmak istediğimiz herhangi bir şeyin o kişinin kafasında aynen bizim anlattığımız gibi belirmesi mümkün değildir. Buradan yola çıkan Gorgias, gerçek bilginin hiçbir zaman tam olarak bilinemeyeceği, bilinse de anlatılamayacağı kanısına varmıştır. Felsefenin en ilginç ve en güzel özelliklerinden biri, en saçma ve kendimize en uzak bulduğumuz akımların bile çoğu zaman bizleri etkileyen bir tarafının bulunmasıdır. Oysa dilimizde yazılmış felsefe kitaplarının çoğu felsefi akımlardan herhangi birini takım tutar gibi sahiplenmekte ve diğer tüm düşünceleri ince imalarla ve çeşitli kelime oyunlarıyla dışlayarak, felsefenin asıl amacından uzaklaşmamıza ve farklı düşüncelerin kendimizdeki yansımalarını görmemize engel olmaktadır. Nitekim yalnızca m.ö. 4. yüzyılda savunulan ve sofizm düşüncesini kendimize yakın görmememiz, hakkında düşünmeyeceğimiz ve faydalanmayacağımız anlamına gelmemelidir. Sofizm akımının önermelerini tarafsız olarak ele aldığımızda, bugün bile “gerçek” ile “bildiğimiz” arasında, “bildiğimiz” ile “anlattığımız” arasında ve “anlattığımız”la “karşımızdakinin anladığı” arasında büyük farklılıkların bulunduğunu görmek zorundayız. Referanssızdı yapılanlar Kimse kimseden etkilenmemiş gibiydi Herkes herkesi taklit ettiği halde... Reha Yünlüel